Dağınık Oda

‘Annem öleli iki yıl oldu ve onun ölümünden sonra evim hep dağınık, bir türlü toparlayamıyorum’ diye yakındı genç kadın, ‘sizce neden böyle?’ Yüzünde bulutlanan hüznü doğru okuduysam, sorusunun cevabını bildiğinden emindim. ‘Galiba annenizin gelip bütün o dağınıklığı sizin için toplamasını bekliyorsunuz’ dedim. Mahzun yüzünde ufak bir gülümseme kıvrımı belirdi. Bazen dağılan ruhumuzu dış alemde seyretmek isteriz. Simgesel bir eylemle gideni geri döndürmek, ona yokluğunun ruhumuzda bıraktığı derin boşluğu göstermek isteriz. İnsan, okumaya doyamadığım bir şiir.

İnsanın kendisini kandırma yeteneği ruhbiliminin öteden beri ilgisini çekmiştir. Beyinlerimiz olgular ve verilerle çok fazla ilgilenmez, hayatlarımızı daha çok hikaye kipinde yaşarız. Zihinlerimiz dünyayı basit sebep sonuç ilişkileri kurarak anlamlandırır. Zihinlerimiz kendimizi kahramanlaştırma istidadındadır. Hissedip gördüklerimizden bir hikaye dokur ve kendimizi onun merkezine yerleştiririz. Zihinlerimiz aynı zamanda kendi kabilemizi gözetme eğilimi gösterir. Bize benzeyen insanlarla daha kolay ittifak kurar, bize benzemeyenleri daha kolay düşman belleriz. Rahmetli anacığımın dediği gibi, ‘herkes kendi çanağına sağar oğlum’. Anlattığımız hikayeleri eğip bükerek kendi kahramanlık anlatımıza uygun hale getiririz.  İşitilmediğimiz bir dünya bize azap verir, kim olursak olalım dünyaya bir gölge, bir renk, ‘bir hoş sada’ bırakmak istiyoruz.

Kendini kandırma baştan çelişkili bir ifade gibi gözüküyor. Öyle ya, benlik bilmediğini bilmiyor mu? Benlik aslında bilinçli zihindir, dolayısıyla kendini kandırma, bilinçli zihin karanlıkta bırakıldığında gerçekleşir. Kendini kandırma durumlarında gerçek,  bilinç dışına itilir ve naftalinlenip saklanır. Evladı askerlik hizmetinde şehit olan bir anne, bu gerçeği asla kabul etmeye yanaşmamış ve yıllar yılı evladının bir gün çıkıp geleceği ümidiyle hayata tutunmuştu. Gerçek bazen bir kor parçası gibi can yakar, onu ruhumuzda tutsak bizi dağlayacak kadar acı olan hakikati, sürgün ederiz bilincin mahzenlerine. Onu görmeyeceğimiz bir yerde saklayarak kendimizi korumaya alırız. Bazen kendimizle ilgili bir gerçekten de saklanırız. Mutsuz evliler veya düş kırıklığı yaşayan partizanlar, kendi kusurlarına çıplak gözle bakamaz hale geldiklerinde, taşlayacak bir şeytan icat ederek rahatlamak ister. ‘Kusur bende değil karımda!’ ‘Kusur bizde değil hasımlarımızda!’ Peki neden bilinçli zihne yanlış bilgiyi çıkarırız? Bunun yararı ne?

Gerçekliği bilinçli zihinden saklarız çünkü onu başkalarından da saklamak isteriz. Aslında gayemiz, insanların bizim üzerimizden o gerçek bilgiyi fark etmelerini önlemektir. Kendine aşırı güvenen insanlar kendilerini kandırmaya da yatkın insanlardır. Aşırı güven kendini kandırmanın en eski ve en tehlikeli biçimlerinden birisi. Aşırı güvenin rahatsız edici bir tarafı, bilgiyle pek az alakalı olması. Kişi ne kadar cahilse kendine o denli güven duyması ilginç bir durum. Bazen bu fenomen yaş ve statü ile değişir, söz gelimi daha yaşlı başlı hekimler kararlarına daha çok güvenir ve bazen ölümcül hatalara sebebiyet verirler.

Dünyaya daha mantıklı bir yaklaşım, farklılıkları gözeten, siyah beyaz ikiliğine yaslanmak yerine ara renkleri de kollayan bir yaklaşımdır. Bu tür bir yaklaşım çelişkilere izin verir ve bir olayı değişik cephelerden görmemizi gerektirir. Bu bakış açısında mutlak bir kesinlik iddiası yoktur. Kendini dev aynasında gören insanlar ise yaptıkları her işte bir hikmet bulur ve kendilerini her zaman en üst ve yanılmaz insanların arasına yerleştirirler. Mütevazı insanın pısırık, kendini beğenmişin özgüvenli insan olarak pazarlandığı bir dünyada bütün bildik değerler tersyüz olmuştur.  Kadim geleneklerde tevazu bir istisna değil normdur ve her daim övgüye değer bir meziyettir.  Kendine sınır koyabilmek, kainata ve insanlara ihtimamla davranmak özendirilir. Medeni insan, nefsine gem vurur ve başkalarıyla yarışmaktan imtina eder.

Çocuklarımızın üzerine aşırı düşmemiz ve onları yerli yersiz aşırı övgülere boğmamız, onların kendilerine duyduğu güveni arttırmaktan çok, hayatta karşılığı olmayan şişmiş bir özgüvene yol açıyor. Özsaygıyı bütün ruhsal sağlığın ana mihveri kabul eden Amerikan mahreçli düşünceler yüzünden, gerek anne babalar gerekse de öğretmenler, çocukları doğal şartlardan uzaklaştırıyor ve onları adeta bir koza içinde şımartmayı yeğliyor. ‘Büyük ve şanlı ben’ fikri giderek artan bir çılgınlık halinde dünyayı kasıp kavuruyor. Her şeyi doğuştan hak edenler kulübü.

Neoliberal projenin en olumsuz etkilerinden bir tanesi, bütün acıyı en incinebilir insanların üzerine yıkması. Oyunun devam etmesi için kazananlar ve kaybedenler olmalı, kazananlar daha çok kazandıkça daha da güçlü oluyor ve oyunun kurallarını kendilerinin lehine eğip bükebiliyorlar. İş hayatında ve bankacılıkta düzenlemeler gevşetildikçe, iş ve bankacılık sektörleri kendi çıkarları lehine hareket etmekte daha da rahat davranıyor ve bu durum eşitsizlikte büyük bir patlamaya yol açıyor. 2009 yılında verilen bir rakama göre dünyanın en büyük yüz ekonomisinden kırk dördü ülkeler değil, şirketler. Zenginler ve daha güçlüler, kendilerini daha zengin ve daha güçlü kılarken, işsizlik büyüyor, maaşlar yerinde sayıyor ve kişisel borçlar katlanarak artıyor.

Şirketler günlük hayatın içine o kadar çok giriyor ki gündelik hayatlarda da o şirketlerin dikte ettiği norm ve değerlerle davranmaya başlıyoruz. Lewis Mumford’un on yıllar önce söylediği gibi, yedi günahtan birisi olan tamahkarlık artık girişimcilik adı altında alkışlanıyor. Ruhlarımız serbest pazar ekonomisinin kıvamını aldığında, ihtiyaç sahibi insanları acımasızca yargılamaya başlıyor, muhtaç hale düşmeyi ayıplanacak bir durum olarak görüyor ve oyunun kaybedenleri olduklarını farz ediyoruz. Kazananların kutsandığı bir dünyada kaybedenler de lanetleniyor. Mutluluğun yolunun erdemli bir hayattan değil,  her ne pahasına olursa olsun kazanmaktan geçtiğini düşünüyoruz.

Bir köşede sessizce oturan kişi, günümüz anlayışında “ezik” kabul ediliyor. Hayatı tırmalayan, şöhret ve para basamaklarını hızla tırmanmak için bütün değerlerini ayaklar altına alan kişi ise başarılı. Modern kabilemizin bizi gizliden gizliye ikna ettiği düşünce, benliğimizin ideal bir şekli olduğu ve asıl kimliğimizin, kişiliğimizin orada yattığı düşüncesi. Biz bu hikayeyi alıyor, içselleştiriyor ve benliği de bizi tanımlayan bir kahraman kılıyoruz. Modernliğin başarı hikayesi bizim hikayemiz oluveriyor. Oysa olmadığımız kişi olmaya çabalamak, bizi sadece yorgun düşürür.

Bu hepimizin hikayesi. Kendini kandırmanın cehenneminde en dindar, en partizan, en namuslu, en vatansever taklidini yapıyor da olsak, ruhun en derinlerinde uykuya yatırdığımız bir gerçek geriniyor. Onunla karşılaşmamak için, köşe bucak, olduğumuz kişiden olmak istediğimiz kişiye kaçıyoruz.

Halbuki ruhun odası darmadağın ve bir anne de gelmeyecek.

 

*Kemal Sayar, Gerçek Hayat, 28 Ağustos 2017 tarihli aynı başlıklı yazısıdır. 

Yorum bırakın